Kadınlar Ülkesi / Kitap İncelemesi- Gioconda Belli

Kadınlar Ülkesi - Gioconda Belli

Bugün 8 Mart. Yine Dünya Kadınlar Günü. Yine medyada teorik olarak bir çok şeyin belirtileceği ama pratikte uygulamada zorluk çekeceğimiz bir çok nüanslarla dolu mesajların kulaklarımıza çalınacağı günlerden biri. Bir çiçekle, bir tatlı sözle geçip giden hiçbir zaman detaylı düşünmenin mümkün olmadığı bir 8 Mart. Fakat ben sizi bugün, kadın veya erkek, küçük ya da büyük, yaşlı ya da genç demeden güzel bir kitapla tanıştırmak istiyorum. Kadınlar Ülkesi – Gioconda Belli.

Bir ülke düşünün; ülkede ordudan eğitime, ekonomiden uluslararası ilişkilere kadar tüm yönetimde kadınlar var. Ama kadınların, sadece kadınların, yönetimde bu kadar etkin olmasının sebeplerinin tek tek ve makul bir şekilde bizlere aktarılması, durumu o kadar normalleştiriyor ki. Zaten normal olan normlardan nasıl uzaklaştırıldığımızı da aslında bize hissettiriyor. Hissettirmekle de kalmıyor, bize “kalkın, silkinin,artık kendinize gelin.” diyor. Bu yüzden bu kitap; okuduğunuz her satırda, aklınızdan geçenlerle uyanışınızda sizleri bir adım daha ileriye taşıyacak adımlar atmanızı sağlayacak. Bu kadınlar gününde toplumdaki her bir bireyin empati yapabilmesi, etraflıca yaşadığımız her bir günü gözden geçirebilmesi adına bu kitabı gerçekten sevdiğiniz insanlara hediye etmeyi unutmayın.

Kadınlar Ülkesi Bize Ne Aktarıyor?

Maalesef günümüzde modern kadın hem iş hayatında hem de özel yaşamında sıkışıp kalıyor. İş hayatındaki cinsiyetçi yaklaşımların yanında, karşı cins ve hemcinsleri sadece kadına atfedilen “annelik” sıfatı ve yanında yüklenen yükleriyle kadını iş hayatında barındırmamaya niyetlenmiş gibi. Tüm bunlara rağmen direnen ve ayakta kalan kadın işten çıkıp eve geldiğinde ise, evde yine sadece kadına yüklenen bir sürü işin altında eziliyor. Gioconda Belli ise kitabında kadınlara yüklenen bu ağır yükü şu cümleleriyle açıklıyor:

Kadınlar olarak farklı bir yaklaşım getirebileceğimizi düşünmek ütopik değildir. Her birimizin hayat deneyimini düşünecek olursak eşitliğin var olmadığının farkına varırız. Örneğin iş hayatına bakın: Kadınlar gelişmiş ülkelerde çok büyük ilerleme kaydetti ama ev ve çocukların bakımının büyük ağırlığının o kadınlara düşmediğini söylemeyin. Sadece çok az kadının geçebildiği o cam çatı bu yüzden var çünkü. Neden Almanya, İtalya, İspanya nüfusu düşüyor sizce? Göçmenler olmasaydı sadece yaşlılar kalırdı. Kadınlar çocuk doğurmak istemiyor çünkü doğurmak, çocuk büyütmeye kendini adayıp yaşamayı bırakmak demek. Bütün dünyada annelik cezalandırılır; kadın hamile kaldığı, doğurduğu ve çocuklara baktığı için suçludur. İş dünyasına girdik ama iş dünyası bize uyum sağlamadı. Kadınlar olarak dünyayı düzenleseydik işle aile birbirinden ayrılmış olmazdı, ailenin etrafında düzenlenirdi: iş merkezlerinin kendi içinde harika ve bedava anaokulları olurdu. 

Kadınlar özgürleşmeye çalıştıklarında,aynı zamanda hem anne hem de başarılı bir kadın olmayı istediklerinde karşılarına çıkan en büyük zorluk olan çocuk yetiştirme yapbozunu tekrar bozup yapmak gerekiyordu.Hem işi hem de evi taşımak ağır bir yüktü. İmkanı olan profesyonel,takıntılı ve mükemmel annelere dönüşmek üzere diplomalarını saklamayı tercih ediyordu bazen. Kadın doğmanın talihsizliğiyle kol kola giden yetenek israfına son verecek bir şeye, yolda güçlü bir gök gürültüsüne ihtiyacı olduğunu düşündü.

“Kadına şiddete hayır!” sloganları etrafa çoktan yayılmış. Şiddet her zaman görünür bir şey olmuyor maalesef. Şiddetin psikolojik tarafını da görmek lazım. Kadına annelik bir görev olarak atandığında kadın bu psikolojik şiddete maruz kalıyor. Bunu kitapta en güzel açıklayan paragraflardan biri ise:

Kadınlar Ülkesi

Günümüzde çok sayıda kadın üniversiteye girmektedir ama iş hayatı, çocuk olduğunda kadınların sorumluluğun altında ezildiği ve iki alandaki verimliliklerini de hedef alan sayısız ek zorunluluk çıkarır. O halde seçme şansları olduğunda evlerinde kalmayı seçmeleri şaşılacak şey değildir. Bu,ailenin geçimini sağlayan kimseye ekonomik açıdan bağımlı ve dolayısıyla şiddete maruz kalmaya ve terk edilmeye yatkın olmaları, annelikten başka bir alanda kendini gerçekleyebilme şanslarını ve bağımsızlıklarını kaybetmeleri anlamına geliyor.

Dileğim; toplumda yaşayan, topluma katkıda bulunan her bireyin eşit olabilmesi. Tek bir gün değil, özellikle 8 Mart olan bir gün değil, her gün insanca ve hür yaşayabilmesi. Bu özgürlüğe ise, akıl yolu ile birlikte mantıklı düşünerek ulaşabilmesi. Sadece kadın veya erkek olarak değil, gerçekten yeryüzünde yaşayan en gelişmiş canlılara yakışır şekilde anlaşabilmek. Sizce uygar bir şekilde bunu elde edebilmek bu kadar zor mu?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.